Ana Menü

Saka Mustafa

Başlatan PLUS, Mart 21, 2009, 11:53:19 ÖÖ

« önceki - sonraki »

PLUS

Ordugahın ilk ışıklarını gördüğüm vakit saat dokuzdu. Uzaklarda belirsiz bir hayal gibi uzun gölgelerini kumlara, ta ilerilere kadar gönderen nöbetçiler ağır adımlarla dolaşıyor, arada bir neferlerine seslenen çavuşların sedaları, belki de çöllerin derin sessizliğinden korkarak, derhal susuyordu.

Ve ortada bir çam ağacı, belki bin renkle yanıyordu. Nihâyet kırmızı, beyaz ve yeşile toplanan alevler gergin, tunçtan yüzlerde, oyunlar, gölgeler çiziyordu.

Arkasını yüksek bir deve mahfesine dayamış, bacaklarını ateşe uzatmış binbaşı beyaz bıyıklarını çekiştirerek devam etti:
-Ah bu domuz İngilizler!... Bilir misiniz çocuklar, artık benim burada canım sıkılmaya başladı. Çanakkale'de ölümle, toplarla, torpillerle beraber gülen bu herifler, bakın burada nasıl köpekleşiyorlar. Sanki dillerini yuttular. Halbuki işte bekliyoruz, şimdi karşı karşıyayız; ya niçin çıkmıyorlar?...

Ah Çanakkale.. Çanakkale..Onları süngülerimizle dövüşmeye mecbûr ettiğimiz gün "İşte şimdi mes'ûduz!" derdik.Mülazım Nedim "Çanakkale'de iyi anlaştık. Şimdi buraya onun için geliyorlar"dedi. Binbaşı güldü:

-Evet, vallahi öyle... Kendimizi öyle anlattık, öyle iyi izah ettik ki manamızın yalnız ölümden ibâret olmadığını da söylemiş olduk.. Türkler orada çılgınca harb ettiler, diyenlere gülünüz. Çünkü onlar Çanakkale'yi bilmeyenlerdir.
Ateşe biraz daha yaklaştı. Uzun kaşlarının gölgesi altında, önünde kıvranan alevden daha parlak bir ateş gözbebeklerinde yandı.

İri bıyıklarını dimdik burarak:
-Arıburnu'nda ileri hatlardan birinin müdâfaasına memurdum. Aylarca zaman bilirim, bir saniye bile kurşun sesi kulaklarımızı unutmadı. Görünen bir Kabalak Tepesi için kara torpilleri yollayacak kadar müsriftiler.Bomba yağmurlarının gürültüsünü az buldukları zaman denize işaret ederler, Kocaçimen Tepesi kadar yüksek bir taş yığınını andıran zırhlılarından yıldızlar parlatarak, kulak patlatan, dağların bile yıkılacağı bir velvele ile ölüm... dağıtırlardı.

Avustralyalılara, Yeni Zelandalılara, zencilere, Gambililere, tayyarelere, torpillere, zırhlılara velhasıl bütün dünyaya gülüyorduk. Süngülerimizin ucuna incelen öyle emin bir kuvvetimiz vardı ki kral Corc gelse, bütün dört yüz milyon tebasıyla üstümüze yüklense dağıtacağımızdan emindik...

İhtiyar, yetmişlik bir yüzbaşım vardı. Vazîfesi yalnız bir ihrâc iskelesini yıkmaktan ibâretti. Her gece bir güllede o harab eder, İngilizler tekrar sabaha kadar onu tamir ederlerdi.

Yalnız bir topun gürletilmesi için toplanan zırhlıları, yakılan cephaneyi, sonra kuduran suyu bir görseydiniz çocuklar... Fakat yüzbaşı pek tuhaftı. Çubuğunu tellendirir, hep kendi şerefine yapılan bu donanmayı işitmezliğe gelerek iskelenin yeniden tamirini beklerdi. Onlar uğraşırlar yaparlar ve artık bu kadar bombardımandan, bu kadar taramadan sonra orada şeytanlar bile duramaz diye düşünürler, işlerine tekrar başlarlardı. İlk yıldız göründüğü zaman yüzbaşı yine topunu doldurur, derhal her zamanki hedefine yapıştırırdı. Aşağıda kopan vaveylayı, yıkılan iskelenin gürültüsünü duyan gemiler köpekler gibi yine beyhude ulurlardı...

Başını sallayarak uzun uzun güldü:

-Hiç unutmam efendiler; bir sabahtı, fakat pek gürültülü bir sabah.. Hatta güneşi bile bu kadar erken kaldıran bu gürültülerdi diyebilirim.

Kumanda mahallinde oturuyordum. Bizimkilerin bağırtılarını işittim: "Vay Mustafa, ulan bunlar ne? Nereden?" diyorlardı. Nihâyet Mustafa'yı katırıyla beraber içeri tıktılar.. Kabalağının sivri tarafından bakan çıldır çıldır gözlü, al yanaklı, irice burunlu, tostoparlak bir neferdi.

Sert bir tavırla elini alnına götürdü, bekledi. Gözlerinde korku ile karışık bir "Affet beyim" deyiş vardı ki "Rahat dur" demeye mecbûr oldu.

-Nereden geliyorsun; buraya seni niçin getirdiler? Dedim.

Eliyle işaret ederek "Ta.. öte yandan" diye cevap verdi. "Beyim", diyordu, "Eşeklik ettim, yolu kaybettim. Sabaha karşıydı. Tabura su lazım geldi. Katıra fıçıları yükledim, dereye indim. Çıkarken kafir yine zam zuma başladı. Hele şöyle siper olayım dedim. Domuz göz açtırmadı. Önüme çalılık bir yol çıktı. Hayvanı çektim. Meğer bayır imiş. İkimiz de kendimizi tutamadık; gülle gibi indik. Herifler "Fan gin fun" diye bağırıştılar. Gözün kör ola Mustafa, dedim, ettin mi edeceğini?.. Ulan İngilizin siperinde işin ne be hey öküz dedim. Ama iş işten geçmişti. Etrafımı sardılar, velakin kurtuldum beyim. Hem de katırı tekrar yükledim...

Sonra bir yarım sağ yaptı. Uzunca kulaklı bir katır arkasında duruyordu. Vallahi çocuklar ne devenin ne de balığın güldüğünü görmedimse de bu katır gülüyordu.

Filhakika bu kadar yükten hayvanın beli nasıl kırılmamıştı bilmem. Su fıçıları indirilmiş, onların yerine çikolata kutuları, peksimetler, gevrekler, limonata şişeleri, bonbonlar, peynirler, pastalar, daha benim isimlerini bile bilmediğim tuhaf yapılışlı şekerlemeler, tatlılar, reçeller, konserveler konmuştu.
"Bu ne?" diye bağırdım. Rengi uçarak dudaklarındaki zeki gülüşü solarak devam etti.

-İti kaka beni sürdüler, bağladılar, tekme, tokat, yumruk gırla gidiyordu. Bir iki zıpırına ben de yerleştirdim emme, neyleyim çokluk idiler. Katırın ipi elimde, bırakmıyordum. Gide gide bol ışıklı bir yerde gözü tek camlı bir İngilizin karşısına diktiler. Sırmasından anladım; zâbit idi. Resm-i selamı ifa edemedim. "Ulan beni çözün" diye bağırdım. Etrafına bir şeyler söyledi. Tercüman getirdiler.

Herife dedim ki: "Zâbit efendiye söyle, kendisine bir diyeceğim var" dedim. Bunun üzerine beni çözdüler. Hemen zıpladım; resm-i selamı ifa ettim. İri dişlerini gösterip güldü. Emme ben de dayağı yirken dalaveremi kurmuştum. Tercümanla sorup sıvala başladı. "Kaçak mısın?" dedi. "Kabul etmem" dedim. "Nerelisin?" dedi. "Gastanbolluyum" dedim. Tercüman "Ee burada ne halt ediyorsun?" dedi. "Ağzını bozma, tepelerim" dedim. Silleyi şaplatacaktım emme, önüme geçtiler "Ulan sen beni bırak, yüzbaşıya bir şey diyeceğim" dedim.

Meramımı onun diline çevirdi. Ben de dalavereyi kıvırmaya başladım. Bir güzel öksürdüm. Dedim ki "Efendim, ben kırba neferiyim, yaniya bölüğe su taşırım. Bizim tarafta Cenab-ı Mevla'ya çok şükürsudan bol ne var; emme sizin tarafta çok eksik. Velakin bizim dilimizle bağırmıyorsunuz. Bizim binbaşı tam askerdir; beni çağırdı. "Mustafa fıçıları doldur, katıra yüklet. Ta karşıki siperde düşman susuzluktan ölüyor. Biz karşımızda süngümüzden geberecek düşman isteriz, susuzluktan değil... Benden yüzbaşıya selam eyle. Seni geriye bırakmamak onun erliğine kalmış bir şey... Haydi yolun açık olsun" dedi...

Amanın, bir çığlıktır koptu; herifler sağlam kızdılar, depeleyecekler dedim. Emme baktım ki sıçraya sıçraya, biri bırakıp biri sarılarak suratımı öpücük içinde bıraktılar. "Hele durun be yahu" dedim. "Ulan köpoğlular, beni avrat mı sandınız dememe kalmadı; güle güle zâbit yanıma yaklaştı. Elimi aldı, yukarıdan aşağıya kırar gibi bir toka ettik. Sonra beni senin masa kadar güzel bir masanın yanına, karşısına oturttu.

Demin beni tokatlayıp tekmeleyen heriflere şöyle bir yan baktım. Zâbite söyleyip hepsine birden bir sopa attırmak işten bile değildi emme, haydi gammazlık etmeyeyim dedim.

Neferin biri, tövbe tövbe estağfurullah, rakı dolu bir maşraba dayamasın mı? "Eyvallah efendim, haramdır, hem de bize yasaktır" dedim. Zâbit tercümanla dedi ki "Vay türk oğlu, korkuyorsun ha? Güllelerimizden, tüfeğimizden, gemilerimizden yılmazsın da zehrimizden korkuyorsun öyle mi? İşte İngilizler insanoğlunu mutlaka bir şeyle korkuturlar" demez mi?..

"Vallahi korkak köpektir" diye bağırdım beyim; Mevlam affetmiştir. İstersen sen öldür, zâbit ile bir toka ettim, bir yudumda çektim. Allahın belası gözümden alev çıkardı emme, İngilize "Türk içkiden ağlıyor" dedirtmemek için yaşımı göstertmedim. Neferler el çırptılar. Zâbit bana "Beraber yemek yiyelim" dedi. Emme kabul etmedim.

Sonra efendim, öğle üstü beni aldılar, sakallı bir kumandana götürdüler. Etrafında sırmalı zâbitler fırıl fırıl dönüyorlardı. Anladım ki bizim paşalar gibi bir şeydir. Ona da zokamı yutturdum. Herifle de tokalaştık. "Binbaşına selam eyle. Bizim hediyeyi de o kabul etsin" dedi. Resm-i selamı ifadan sonra çıktım.

Yakalandığım yere geldik. Orada bizim yırtık palanlı katır na böyle geline dönmüştü. "Bunlar ne?" dedim. "Yemiş yemiş" dediler. "Biz hediye mediye kabul etmeyiz" dedim. "Olmaz, darılırız" dediler. Heriflerin canına okuyoruz; bari dargın öldürmeyelim, kalbleri kırılmasın" dedim. Katırı çektim, yola düştük. Zâbit yanıma biraz daha sokulup elime bir kese sıkıştırmaya kalkışmasın mı? Geri verdim. "Biz su satmıyoruz" dedik Şaşırdı. Artık bizim siperler yakındı. Arkamdan "Eyvallah Eyvallah" diye bağırıştılar. Ben de döndüm "Guguk!.." diye bağırdım...

Avrupa'da tahsil görmüş bir mülazım:
-Truva bir hayaldi, Çanakkale hakikat. Olis, muhayyel bir zeka, Mustafa, Türkün dehası... Ah Homer Homer. Vicdanın şiirini değiştirsin.. diyordu.

7 Kânunievvel 333
F. CELALEDDİN
Guests are not allowed to view images in posts, please You are not allowed to view links. Register or Login or You are not allowed to view links. Register or Login